Bu bir sanat eseri değil.
Bir çizim ya da bir yağlı boya değil.
Şiddeti anlatmak için gerçekleştirilmiş bir performans değil.
Bu, şiddet içeren +18 film sahnesi değil.
Yapay zekada oluşturulmuş bir görsel de değil.
Zaten yapay zekaya tarif ederseniz yapay vicdan da bunu kabul etmediği için bu görüntüyü oluşturmanıza karşı çıkar.
Bu; coğrafyanın yaklaşık 100 yıldan beri değişmeyen biyometrik fotoğrafı.
“Son altı ay içinde çekilmiş” olması gerektiği için sürekli güncelleniyor bu fotoğraf.
Ama aslında fotoğrafta hiç değişiklik yok.
Bu bölgede fotoğraf hep aynı.
Merhum Mehmet Akif’in tarif ettiği gibi
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Bu, hassas içerik engeliyle erişimimize engellenmiş kendi öz çocuklarımız.
Zihinlerimize koyduğumuz engelle; görmeye, duymaya, anlamaya, hissetmeye kapanıp, yokmuş gibi yaşamaya devam ettiğimiz gerçek bu.
Bu bizim kendi çocuklarımıza kendi ellerimizle biçtiğimiz son.
Bu bizim 100 yıldan fazladır birbirimizle boğuşmamızın sonucu.
Biz kim miyiz?
Türk, Kürt, Arap, Fars…
Şii, Sünni, Hanefi, Şafi…
Sağcı, solcu, milliyetçi, komünist, sosyalist…
Bu daha uzar gider…
Her biri birbirine düşman olmuş gruplar.
Her biri birbirinin kafasını kesmek için bilenmiş kılıçlar…
Her biri diğerinin bu coğrafyada olmaması gerektiğini düşünen dar kafalılar…
Her biri en büyük düşman olarak diğerini gören piyonlar…
Bizim galip olamayacağımız şey; ne İsrail’in demir kubbesi,
Ne tankları, füzeleri ya da korkak askerleri…
Ne ABD’nin gemileri,
Ne ekonomisi ne de doları…
Bizim yenemediğimiz şey, yiyip içmekten doymadığımız dünya sevgimiz.
Kesada uğramasından korktuğumuz ticaretimiz,
Refah içinde yaşamak için bir ömür boyu sürünerek elde ettiğimiz evlerimiz, villalarımız, bahçelerimiz…
Alışveriş ve eğlenceye doymadığımız AVM’lerimiz,
Tıkınmaya doymadığımız keyif kahvelerimiz, çaylarımız, meşrubatlarımız…
Gezmeye, eğlenmeye doymadığımız tatillerimiz, otellerimiz, tesislerimiz…
Bizim yenemediğimiz şey doymak bilmeyen nefsimiz…
Biz, bir avuçtan fazla içmeyin diye uyarıldığımız dünyayı bardaklar, şişeler, kadehler, variller dolusu içmeye doyamayanlarız.
O yüzden miskin, aciz, zavallıyız düşmana karşı…
Bedir’de düşman niye korkuyordu, kendilerinden çok daha az ve teçhizatsız bir grup Müslümandan?
Çanakkale’de düşman niye korkuyordu; kıyafeti yamalı, ayakkabısı yırtık askerlerimizden?
Neydi onlara baktığında korktukları?
Cipleri, zırhlı araçları, konakları, villaları, sarayları, fabrikaları, makamları, para ve silahları, etrafında dönen onlarca korumaları vardı da ondan mı korkuyorlardı?
Yoksa ifadelerine yansımış olan dünya nimetleri yerine kalıcı olan Ahiret’i tercih ettiklerini gördükleri için mi korkuyorlardı?
Onursuzca yaşamaktansa bir dava uğruna canını vermeye hazır olduklarını yüzlerinden okudukları için mi korku ve endişe içindeydi düşman?
Her biri bir coğrafyadan gelmiş, birlik olmuş tek bir vücut gördükleri için mi korkuyorlardı?
İsrail’in zerre umurunda olmamamız, karşı koyacak silahlarımızın, teknolojimizin, gücümüzün olmaması değil.
Bunlar var.
Ancak İsrail de bizden çok iyi biliyor ki, biz rahatımızı kendimize ilah edinmişiz.
Onu bozacak olan her şeyden uzak duruyoruz, hemen kaçıyoruz oradan.
Rahatımızı bozacak olan bir şeyle karşılaştığımızda susuyoruz, görmüyoruz, duymuyoruz,
Başımızı, keyfimizi kaçırmayacak yöne çeviriyoruz…
Sessizce geçmesini bekliyoruz…
İşte bizim galip gelemediğimiz tek şey -etrafımızda hiçbir kötülük yokmuş gibi- refah içinde yaşama arzumuz…
Buna sırtımızı döndüğümüz zaman düşmanın yüzündeki korkuyu ve dehşeti o zaman göreceğiz…
Aksi halde çocuklarımızın parçalanmış bedenlerini soğuk betonlara yatırıp,
uyandığında “hangi suçumdan dolayı öldürüldüm” diye hesap soracak olan,
morarmış dudakları ve bombalanmış binaların tozlarıyla dolmuş gözlerini örtmeye çalışırken,
yardımını ümit ettiğimiz kardeşlerimizin dünya refahının peşinde koşmaktan bizim farkımızda bile olmadıklarını görmeye devam edeceğiz.
Muhammet Göktaş
Siz de fikrinizi belirtin